Üzerine çokça tartışılan ancak bir türlü içinden çıkılamayan mahşerin dört atlısı: Modernizm, ulus-devletler, metafizik ve Kemalizm.
Osman Özarslan'ın son kitabı “Dekalog, Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal” modernizmin, ulus-devletlerin ve tabii Kemalizmin metafizikten arındırılmış, tamamen rasyonel bir aklı temsil ettiği klişesini odak alıyor.
Özarslan, içinde yaşadığımız “modern dönemin” belki de tarihte hiç olmadığı kadar ritüellerle var olan ve metafizik dayatan bir iktidar biçimi olduğunu mitoloji, mimari, edebiyat, siyaset ve daha birçok alan üzerinden gösteriyor.
Bir websitesini anımsatırcasına Kod, Arayüz ve Panel isimli üç parçaya ayrılan Dekalog'un son bölümü ise Türkiye marksistlerinin Kemalizm ile ilişkilerine ayrılmış durumda. Özarslan, solun uzunca bir ateist dönemi olduğunu ancak bu durumun ihtiyaç duyduğu kutsal alanlarını bir eklektik kutsallar listesi ve dokunulmazlar alanıyla ikame etmesini engellemediğini söylüyor ve görünür olanla değil “derindeki kara sularla” yüzleşmeye koyuluyor.
Ve ekliyor: "İlahiyatın dışına çıkmak kolay değildir, ama en azından bir ilahiyatın içinden konuştuğumuzu fark etmek, eğer bir gün buradan ayrılmak istersek; ilahi zamandan bir çıkış imkanı olabilir."
Biz de Özarslan ile bu kapsamlı kitabı üzerine söyleştik.
Osman Özarslan kimdir?Burdur doğumlu. Ortaokul eğitimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Siyasi suçlardan bir süre de hapis yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra liseyi dışarıdan bitirerek Boğaziçi Üniversitesi'nde Tarih Bölümü'nü kazandı. Halen aynı okulda, sosyoloji bölümü'nde "Taşrada gece hayatı ve muhafazakarlık" başlıklı yüksek lisans tezi üzerine çalışıyor. "Kemalizm Sovyetler Sosyalizm" adlı çalışması var. İngilizce ve Osmanlıca biliyor. |
Kemalizm ile sol sosyalist hareketlerin ilişkisini incelediğin “Panel” bölümünde merkeziyetçilik fetişizminden bahsediyorsun. Biraz açar mısın?
Bu sorunun bir sürü yanıtı var: kişisel, siyasal, antropolojik... Ben kişisel olan tarafından başlayayım. Ben örgütlü devrimcilik hayatına Antalya'da başladım. Bize o zaman operasyon yapılana kadar burada çalışmalar yürüttük. Fakat, yalnızca benim içinde bulunduğum örgüt değil, o zaman Türkiye devrimci hareketinin iyi bir prototipi olan Antalya'da bütün devrimci hareketler, Antalya gibi stratejik bir kente yalnızca, bir ara durak, kadro devşirilecek yerler gözüyle bakıyordu. Hala da öyle.
Devrimci hareketin başkenti İstanbul denilir mesela. Neden? İlle de bir başkent olması gerekiyor, bu hiç sorgulanmadı.. Fakat asıl mesele şu gene Antalya örneği üzerinden gidelim. Kürt hareketini saymazsak, devrimci hareketler hiçbir zaman örgütlenemediler; çünkü buralardaki devrimcileri ısrarla İstanbul'a taşıdılar oysa, buralarda ciddi bir turizm emekçisi nüfusu var, sendikalar, dayanışma ağları kurulabilirdi ama kimse buna bakmadı.
Merkeziyetçilik fetişizminin bir boyutu İstanbul'u merkeze koymadır. Bir diğer yanı ise, siyasi yapının merkezini, dünyanın merkezine koymadır. Yani, diyelim ki a kişisi a kurumunun başındadır, genelde İstanbul'da yaşar. Dünya ve Türkiye tahlilini buradan kurar. Bu tahlil etrafında bir merkez oluşturulur. Bu merkezin mimari tecessüm edişi de İstiklal'dir, orada bir aşağı bir yukarı yürünür. Oysa Türkiye o tahlilden, o merkezden ve İstiklal'den ibaret değil.
Bir de, bu merkez üzerinden yürüme işi heralde kitabın tamamında anlatmaya çalıştığım moderndeki primitif yanın tezahür etme şekli yani, ateş etrafında dans eden Massai yerlisi ile Taksim'i merkez belleyen devrimcilerin dünyayı epistemolojik olarak algıladıkları yer ve kendi devrimciliklerinin ontolojisini kurdukları yer teknik olarak bence aynı. Bitmek tükenmek bilmeyen dokunulmaz alanlar, kutsallar listesi ve bunun üzerine inşaa edilmeye çalışılan bir devrimcilik.
Rasyonellik iddiası ile ciddi bir İlahiyat kuran Kemalizmin dışarıda bıraktıkları neler?
Bence bu İlahiyatın dışarıda bıraktıklarının en başında eskiden Marksistler olduğunu düşünüyordum. Ama artık böyle düşünmüyorum. Herkes ya da hiç kimse bu İlahiyatın içinde dışında kalabilir; siyasi görüşünün kimliğinin, milliyetinin, cinsel tercihlerinin çok bir önemi yok.
Bu İlahiyatın çok net hatları var, bu hatların içinde de çok keskin aksisler. Bu İlahiyatı yöneten bir akıl, bunun yarattığı kodlar ve bu kodların görünür olduğu yapılar var. Bu yapılar Marksist görünümlü olabilir, İslami görünümlü olabilir hatta tesadüf etmedim ama eşcinsel görünümlü olabilir, burası çok önemli değil. Bu düşünce sistematiğine ve ona uygun bir eyleyişle yaşamınızı sürdürdüğünüz müddetçe 'kurtarılmış alanlar'da altınız kuru, keyfiniz yerinde yaşayabilirsiniz.
Kemalizm işte tam da bu İlahiyatı, bu diskuru, bu yapıları, bu düşünce sistematiğini kabul etmeyen aklı kriminalize ediyor, meczup, terörist, ibne bilmem ne diyor. O bakımdan ben bu sorunun yanıtını kimler değil de nasıllar olarak görmek, anlamak, anlatmak isterim. Ama bunu söylerken şu anlaşılmasın misal devrimci silahlı olabilir, illegal örgütü de olabilir ama gene çemberin içindedir. Kemalizmin İlahiyatından başka bir sorusu yoksa, bizi götüreceği yer Anıtkabir'in sol tarafı olur.
Peki başta soracağımı ortada sormuş olayım, nedir bu Kemalist İlahiyat?
Şimdi Kemalist İlahiyat derken ben öncelikle yeni bir şey söylemiş değilim. Frankfurt Okulu ve yapısalcı ekolün genelde Nietzche'nin geneology ve etik felsefesi üzerine söylediği şeyleri biraz güncellemiş oldum. Nietzche'nin temel bir önermesi vardır, “Antik Yunan'dan beri, spesifik olarak Platon'un Devlet yapıtının felsefe-siyaset-etik-sanat düşüncelerinin üzerine çöreklendiğinden beri bizim yeni bir sorumuz yok” der.
Burada, Nietzche'nin Platon'un devletinde altını çizmeye çalıştığı şey, orada yaşamla ilgili olan her şeyin akla, aklın da işlevsel olana indirgenmiş olmasıdır. Antik Yunan'ın sorusu budur, Aydınlanmanın da sorusu budur, Kemalizmin de, AKP'nin de ve maalesef Türkiye'deki Marksist çevrelerin de.
Yani epistemolojisi işlevsel akıl üzerine iş gören bir siyasi yapı ile karşı karşıyayız, biz İlahiyat derken önemli olan, onları görünür kılan, bu fikri tecessüm ettiren arayüzler ve bu arayüzleri işleten yapılardır.
Aydınlanma Antik Yunan ve Pagan Roma'nın mimesisidir. Burada bütün amaç, uzun ortaçağ ve onun hımbıl kilise skolastizminden kurtulabilmek için daha işlevsel bir sistem kurmaktır, zira artık Protestanlık var. Manastır hayatından çıkması gerekiyor insanlığın, makinaların, tezgahların başında iş görmek lazım; meşruiyet sistemlerinin geliştirilmesi için büyük anıtlara ihtiyaç var.
İşte burada Benjamin mükemmel bir şekilde tarihin aslında bir ilerleme değil tarih meleğinin kanatları altında kopan fırtına olduğunu anlatıyor bize. O fırtına Aydınlanma için koptuğunda küllerin arasından, Roma ve Antik Yunan bir kez daha doğuyor. Onların ritüelleri heykel, resim, mimari formları bir kez daha gündeme geliyor. Ama İsmet Özel'in Rennan'dan “ödünç alarak” söylediği üzere memlekete teknolojiyle birlikte o teknolojiyi üreten fikirler, o teknolojinin etiği de gelir.
Dolayısıyla, Tanzimat'la birlikte biz Şark İslam kültüründen koptuk. Kemalist İlahiyat Şark-İslam kültürünü profane kılarak, Aydınlanmanın arayüzleri olan Roma ve Yunan siyasetini ve elbette ki buna bağlı İlahiyatı Türkiye'ye ithal etti.
Güncel bir soruyla sonlandıralım. AKP'nin Kemalizm ile ilişkisine dair çok farklı önermeler var. Neo-Kemalist olduğu, Kemalizmi bertaraf ettiği, yeni bir tür hegemonya inşa ettiği, Kemalizmden kopuş yaşadığı, Kemalizmden kopmak bir yana onun kodlarını güncellediği gibi... Sen ne düşünüyorsun?
Şimdi bu soruyu yanıtlamak kolay değil. Ama benim düşüncem şu yönde: AKP ve onun arkasındaki fikir hiçbir zaman Kemalist İlahiyatın dışına çıkamadı. Bunun iki nedeni var. Birincisi Türkiye'de islami hareket hiçbir zaman radikal olmadı, devletle, diyanetle, sağ muhafazakarlıkla bağlantılarını hiç kesmedi. Türkiye Solu'nun CHP üzerinden sisteme entegre olduğu gibi İslami hareketler de diyanet ve DP geleneği üzerinden sisteme eklemlendiler
Bu meselenin bir tarafı. Ama asıl önemli olan tarafı şu: Türkiye'de bilhassa AKP ve onun etrafındaki İslami hareketleri sisteme bağlayan şey İslamcılığın, Tanzimattan bu yana son derece modernist bir epistemoloji üzerinden konuşuyor olmasıdır. Said Nursi mağarada yaşamış olabilir, ama modernisttir. Kıbrisi de, Erbakan Hoca da.
Benim temel karinem olan, “Platon'dan başka bir soru var mı” ya bakınca AKP ve Erdoğan'ın da bunun içinde olduğunu görüyorum. Onları da işlevsel akıl ve buna eşlik eden büyük bir pragmatizm yönetiyor.. Ki Kemalizm bundan başka nedir?
Ama teknik farklar var. Mustafa Kemal 2. Mahmud elitizminin devamıdır, AKP Abdülhamid popülizminin. Mustafa Kemal Abdülhamid'in devletçiliğini mantıksal sonuçlarına vardırır, AKP Mustafa Kemal liberalizminin dibine vurur.
Dediğim gibi bunlar tali ve teknik meseleler. Fakat benim İlahiyatı kurduğunu düşündüğüm, tabu-kült, mekan fetişizmi, kadın ve (kadını da içeren) tüketim alışkanlıkları üzerinden habitus kurma, aslan payı manasına gelebilecek olan siyasi-iktisadi ayrıcalıklar, kadroculuk ve kadrolaşmacılık, oryantalizm, merkeziyetçilik ve buna eşlik eden fikri sabit, AKP için de ayniyle vakidir. (YT/NV)